Gönül PAÇACI TUNÇAY’ın kaleminden Darüllehan Mecmuasında yayınlanmıştır
Prof. Dr. Nevzat Atlığ Hoca’mızın büyük oranda kendisiyle kaim müzik ortamlarının ses kayıtlarını içeren arşivini İÜ OMAR’a bağışlaması münasebetiyle, 21 Ekim 2019 Pazartesi günü saat 15.00’te, İÜ Rektörlük Binası Mavi Salon’da bir tören yapıldı. Törenin duyuru metnindeki ifade ve programın akışı şöyleydi: Klasik müziğimizde toplu icra geleneğinin ve koro okuyuş disiplininin belirleyici ismi Devlet Sanatçısı Prof. Dr. Nevzat ATLIĞ’ın, sesli ve görüntülü arşivini İÜ Osmanlı Dönemi Müziği Uygulama ve Araştırma Merkezinin arama ve karşılaştırma portalı OMARŞİV’de
değerlendirilmek üzere İstanbul Üniversitesine bağışlaması dolayısıyla saygı günü düzenlenecektir.
· Kısa belgesel gösterimi: “Bir Duayen: Nevzat Atlığ”
· Açış ve teşekkür konuşması: İÜ Rektörü Prof. Dr. Mahmut Ak
· Arşivin muhtevası hakkında açıklama: Prof. Dr. Nevzat Atlığ
· Konser
Konser kısmını iki bölüm hâlinde planlamıştık. Önce İcra Heyetinin seslendireceği klasik eserlerden, kronoloji gözeterek oluşturduğumuz bir seçki ve ardından Nevzat Hoca’nın da tavsiyeleriyle oluşan sololar yer alıyordu. Salonu giriş koridoruna taşarak, yan boşluklara varıncaya kadar dolduran kalabalık dinleyicilerin arasındaki yöneticiler, seçkin bilim insanları, en kıdemlisinden gencine geniş bir müzisyen kitlesi ve Üniversite Korosu yıllarından başlayarak günümüze uzanan Üniversite mensupları, müstesna bir gün yaşadılar. Törenin sonunda Nevzat Hoca, bizleri kırmayarak sahneye çıktı ve o anda oluşan koroyu (neredeyse salonun yarısı
sahnede yerini almıştı) idare etti. Hep birlikte okunan eser tabii ki Tanburi Mustafa Çavuş’un “Dök zülfünü meydana gel”i olacaktı! Hocanın yıllarca periyodik olarak televizyon ekranından yayımlanan konserlerinin açılış müziği; neredeyse “Nevzat Atlığ yönetiminde…” diye başlayan anonsla özdeşleşmiş, simgeleşmiş olan o aranağme…
Şimdi Nevzat Hoca’nın icra tarzı tercihinin arka planını, biraz gerilere giderek hızlıca gözden geçirelim ve günümüzle bağlantılandıralım.
Toplu İcra Geleneğimizin Serencamı
Osmanlı’da toplu icra geleneğini dayandırabileceğimiz birtakım ikincil kaynaklar vardır. Tarihimizden hemen akla gelen misal, III. Ahmet’in çocuklarının sünnet düğünü eğlencelerinde (sûr-ı hümayun) Enfî Hasan Ağa’nın idaresinde musiki icra eden seksen kişilik heyettir. Eski bir icra biçimi olarak “küme fasılları”nın da toplu icranın, koro düzeninin öncülü mahiyetinde olduğu
söylenebilir. Aynı şekilde mehterbaşının mehter takımını idare edişi ile serhanendenin elindeki daireyi çalışının, bir orkestra şefinin baget kullanmasına benzetilebileceği de…
Meşrutiyet dönemlerinde musiki cemiyetlerindeki teganni faaliyetlerinin ve hususi heyetlerin yanı sıra musikide okullaşmanın ilk resmî adımı olan Darülelhan bünyesinde ikili bir koro idare tarzı görülür. Burada hem Muallim İsmail Hakkı Bey’in “Fasl-ı umumi”yi idare ederken elinde dairesiyle geleneksel tarzı sürdürdüğünü
hem de Hoca Ziya Bey’in elinde bagetle idareyi kabul ettiğini biliyoruz. Keza aynı senelerde Ali Rıfat Bey’in Şark Musiki Cemiyetinde “dinleyiciye arkasını yarı dönerek” konser yönettiği gibi bilgi kırıntıları aynı zamanda bir geçiş dönemi, zihniyet değişimi dağınıklığına işaret eder.
Bu zaman aralığında geleneksel musikinin eğitim ve icrasına yansıyan olumsuzlukların, bir müddet bu alanın ihmal edilerek başıboş kalmasına, daha çok ticari ve gündelik müzik örneklerinin tercih edilerek seviye kaybına yol açtığı malumdur. Rauf Yekta, Sadettin Arel ve Suphi Ezgi gibi modern müzikolojimizin 20. yüzyılın başlarındaki kurucu kuşağı diyebileceğimiz önemli isimler de geleneksel müziğin desteksiz kaldığı, hatta dışlandığı bu ortamda birbirlerinden koparak deyim
yerindeyse kendi yollarına savrulmuşlardır. Müzikolog Laurence Picken, 17 Eylül 1951’de İstanbul’da dinlediği, Arel’in sistemini sürdürmek ve yaymak üzere kurulan İleri Türk Müziği Konservatuvarının bir konserinden hareketle, bu müziğin genel yapısının icra ortamıyla ilişkisi üzerine bazı önemli saptamalarda bulunmuştu:
Büyük dinleyici kitleleri önünde klasik Türk musikisinin icrasındaki zorluklar aynen klasik Hint veya Çin musikisindekiler gibidir. Bu musikiler ufak odalarda küçük dinleyici kitlelerine hitap ederler. Yazık ki bahsettiğim konserde salonun büyüklüğü, sesin kuvvetlendirilmesini icap ettiriyordu. Konser takımına üç kemanla viyolonsel
gibi daha gür sesli yabancı sazların hep birden ilavesi, işitilmeyi kuvvetlendirmek meselesinin tatminkâr bir hall tarzı değildir. Zira böyle yapınca Türk sazlarının hususi tenbrleri [İng. timbre: tını] kayboluyor. Kemanın sesi öteki sazları yorgan gibi örtüyor.
“Bir İngiliz Müsteşrikinin Musikimiz Hakkındaki Görüşleri,” Musiki Mecmuası 48 (1 Şubat 1952): 21.
Bu görüşlerin, geleneksel müziğin yapısal özelliklerinin aynen korunması yönünde bir hassasiyetle söylenmiş olduğu açıktı. Oysa çok daha öncesinden Ali Rıfat Bey ve bizzat Sadettin Arel gibi etkin müzisyenler, toplu icrada Batı tarzı bir sunum biçimini hedeflemişler; bu tarza uygun muhtelif beste denemelerine başlamışlardı bile. Üstelik bu hedefin kapsamında yalnızca Batı sazlarının tercihi değil, geleneksel sazların ve hatta makamsal yapının çok seslilik kurallarına uydurulması yolunda çalışmalar da mevcuttu.
1932-33 yıllarında Türk müziğinin yeni bir kimlik edinmesi tercihi dâhilinde,
Sadettin Arel ve çevresince, Batı’daki yaylı sazlarda olduğu gibi tizden basa bir “kemençe ailesi” modeli tasarlanması ve icrada kullanımının denenmesi de bu yaklaşımın ileri bir başka örneği olarak değerlendirilebilir. Aslında 1930 yılında Beyoğlu Fransız Tiyatrosunda başladığı solo konserlerinde, aralarında
Mesut Cemil Bey’in de bulunduğu küçük bir saz heyeti eşliğinde, programına klasik eserleri de katarak, biçim ve üslup açısından (deyim yerindeyse) çığır açmış olan Münir Nurettin Selçuk’un bu icra tarzının da, başlı başına modern bir tercih olarak okunması mümkündür. Ancak yakın arkadaşı olan Mesut Cemil Bey’e bu kadarı
yetmemekte ve içinde, “klasik repertuvarın (bazı müstesna örnekler hariç) tek sesle icra edilmesiyle gereken etkinin yaratılamayacağı” yönünde bir düşünce oluşmaktadır.
Geleneksel yapıya ve üsluba sadık olmakla birlikte, modernlik yanlısı ve toplu icra biçiminde günümüze en fazla tesir eden tercihin sahibi olan Mesut Cemil Bey, bu konuda şunları söylemektedir: Bir aralık, 1935’ten 38’e kadar bizim eski, güzel musikimizin pek kötü bir durumda bulunduğunu, âdeta bir daha bulunmamak üzere kaybolup gidecek hâle geldiğini hatırlarsınız. (…) Musikiyi çalıp söylemek lazımdır. Hem de mütemadiyen tekrar ederek. (…) İçimden belirsiz bir ses şöyle mırıldanıyordu: “Mademki 17’nci asırdan beri Türklerin klasik sanat musikisinin örneklerini tek bir sesle yeniden kitlelere
yayacak kudrette değiliz, mademki bu atalarımızın sanatı, doğduğu ve geliştiği zaman şartlarını kaybetmiştir.” O halde bu örnekleri (bir kişi) yerine (birçok kişi) bir araya gelerek tanıtmaya çalışsak muvaffak
olamaz mıyız? Biraz düşünelim. Birçok insan seslerinin bir araya gelmesiyle bir (koro) meydana gelir. Koroların tarihi çok eskidir. Hele Avrupa’da beraberce, bir ağızdan yani koro hâlinde (teganni) yüzlerce
yıllık bir gelenektir. Mesut Cemil Bey, Tarihi Türk Musikisi Ünison
Erkek Korosu adını verdiği ve tanburunu bırakıp karşılarına geçerek yönettiği bu toplulukla önce Saray Sineması’nda bir konser verir,
ardından Columbia firmasına üç plak doldurur, daha sonra da 1938 ortalarında kurulan Ankara Radyosunda her hafta düzenli olarak yayımlanan programlar yapar. Bu tarzı kendisine örnek alarak sürdüren, geniş kadrolarla disiplinli icra biçimini günümüze taşıyan ve yaygınlaştıran isim ise Nevzat Atlığ’dır. Onun, bu tercihini en baştan itibaren bilinçli bir çizgide sahiplenerek ilerlettiğini görüyoruz. Klasik
eserleri kalabalık korolara tek bir kişiymişçesine okutması, çok prova yaptırarak hataya meydan vermemesi, bu mükemmel birliğe hâkimiyet kurmak ve eserlerin ruhunu yaşatmaktan taviz vermemek için ezbere aldırması ise hemen göze çarpan çalışma prensipleridir. Bu konudaki ısrar ve istikrarı, bu kez Picken’ın tespitleriyle örtüşmektedir: “Türkiye’de sesleri fazla kuvvetlendirmek meyli var sanırım. Bunun da sebebi sadece yapılmasındaki kolaylıktır. Fakat musikinin heyecan verme kudreti tıpkı lakırdıda olduğu gibi öyle bir takım vasıflara bağlıdır ki ses veren cihazlar en yüksek kaliteden olmazsa, hemen kaybolurlar. Ekseriya hoparlörden
çıkan sesle yardımcısız kulağa gelen saz veya insan sedasının sıcaklığı ve hassasiyeti arasında geniş bir uçurum vardır (…) Notadan okumak icranın güzelliğini ihlal eder: Konser heyeti cansızlaşmaya başlar; zira herkes okumakla meşguldür (…) Türk orkestrasının muhtelif sazları bir tek lahin çalarlar ve bu lahin de mânâsını tamamlayacak bir armoniye muhtaç olmadığı için Batı klasik lahnine benzemez. Safi lahinden ibaret bir musikinin icrasında irtical çeşnisinin bulunması arzuya şâyândır. Bu ise
yalnız ezber çalmak sayesinde mümkün olur.”
Mesut Cemil Bey’in, “Bilhassa üniversite gençliğinin, koro teşekküllerinin ufkunu genişletmelerini tavsiye etmek isterim.” sözünün sıkı takipçisi
olarak da yine Nevzat Atlığ’ı görürüz. 1943 yılında İstanbul Üniversitesi Talebe Korosunda başladığı bu süreci, çeşitli kurumlardaki idari vazifeleri
ve kurup yönettiği korolardan sonra tüm bu birikimin ses kayıtlarını, en başa dönerek yine aynı kuruma, İstanbul Üniversitesine bağışlayarak tamamlaması ise ne kadar uzun mesafeli düşündüğünün, geniş bir vizyonu olduğunun kanıtıdır. Bu uzun erimli vizyonun, eski deyimle fikr-i takibin başka bir örneğine daha tanık olacağız. Bir sonraki yazı, hocanın evcârâ makamı hakkındaki tahlil ve kanaatlerinin ürünü olarak müzik camiasına sunduğu bir metin. 1980’lerin sonunda Türk müziği alanında ülkemizde ilk kez açılan yüksek lisans programının ilk öğrencileri olan bizlere analiz için dağıttığı ve üzerinde uzun uzun durduğumuzu anımsadığım evcârâ eserleri
ve bu makamın ayırt edici özelliklerini ele alıyor bu yazı. Bunca yıl zaman, müzik tecrübe ve görgüsü; içindeki yatışmayan müzik heyecanı, düşüncesi ve düpedüz sorumluluk duygusu ile birleşip yazı hâline dönüşmüş. Yazıdaki düşüncelerini artık kâğıda dökmek üzere olduğu günlerde yaptığımız bir telefon konuşmasında, bu dinmek bilmeyen enerjiyi nereden aldığını
sorduğumda kahkahalar atarak “Uslan ey dil, uslan artık ihtiyar olmaktasın.” deyişini unutamıyorum. Hem bu ince espriden çok duygulanmış hem de bir müddet kendimi bu şarkıyı mırıldanırken
yakalamıştım.
Sanatın insanı yakalayan ve bırakmayan etkisi, izi, her dönem kendini farklı yollardan güncellemeye, anında fark edilmese bile topluma nüfuz etmeye devam ediyor.
Şimdi Nevzat Hoca’nın serüvenini kendi ağzından, kendisi için düzenlenen törende yaptığı (irticalî) konuşmanın metninden izleyerek yazıyı sonuçlandıralım. O günden bu yana da arşivini zenginleştirmeye devam etmesi, en ufak yazım hatalarını bile düzelttirerek her ayrıntıyı hemen bizlere de bildirme nezaketini sürdürmesi, kendisine olan saygı ve minnettarlığımızı artırıyor. Ne mutlu bizlere!
Sayın Bakanlar, sayın Rektörüm, sayın davetliler, sevgili sanatkâr arkadaşlarım, hepinizi en içten saygılarımla selamlıyorum efendim. 1943 yılında, biraz evvel Rektörümüzün “eski kültürümüzün ihtişamı” diye bahis buyurdukları kapıdan bir tıbbiye talebesi olarak içeri girdim ve İstanbul Üniversitesi o zaman yurdumuzun
yegâne üniversitesiydi. Tıp Fakültesi de tabiatıyla tek tıp fakültesiydi. Ben tahsilimi 1949 yılında tamamladım. Doğrusunu söylemek lazım gelirse musikiyi babam gibi (hani şimdiki moda tabirle) bir hobi olarak telakki etmiştim o zamana kadar. Yani tahsilimi, ihtisasımı yaparak kariyerime devam etmeyi düşünüyordum ve askerlik hizmetimi de yaptıktan sonra radyo müzik kliniğine girdim. Radyo müzik kliniği de yine İstanbul Üniversitesine bağlı tek klinikti, tek radyo müziği enstitüsüydü. Ama o sırada Üniversite Korosundaki çalışmalarım o hâle gelmişti ki benim düşündüklerimin dışında yeni ışıklar belirdi ve konservatuvara öğretmen oldum. Biraz evvel belgeselde bahsi geçtiği üzere o aralar icra edeceğim diye Radyodan görevler vs. derken kendimi musikide, 1953-54 senelerinden itibaren hemen hemen odak noktasında buldum ve bir daha da ayrılmaksızın bu günlere kadar
geldim. Ama zamanla ihtisasımı tamamlayarak hekimliğime de devam ettim. Ve şunu da söyleyeyim, bugün dostlarımın arasındayım, çok rahat ve istediğim gibi konuşabiliyorum; hekimliği de çok sevdim ve serbest hekim olarak 33 sene
hizmet ettim. Yani hem hekimliğimi bırakmadım hem tabiatıyla musikiyi de. Ama zamanla öğretim üyeliği sıfatım müzikten oldu ve YÖK kurulduktan sonra konservatuvarlar YÖK’e bağlandı. İşte üniversite içerisinde öğretim üyesi açığı çıkınca Batı müziğinden Adnan Saygun hocamız, Türk müziğinden bendeniz ilk profesör olarak seçildik. Ve bana o zaman (tek konservatuvar İTÜ’ye bağlanmıştı Devlet Konservatuvarı) orada görev verildi ama benim okuduğum, mezun olduğum, beni yetiştiren üniversite tabiatıyla Teknik Üniversite değil, İstanbul Üniversitesi olduğu için bu, arşivimi İstanbul Üniversitesine bağışlamamda birinci amil. Sayın Rektörümüzün biraz evvel bahsettiği şekilde geçen yıl, aşağı yukarı neredeyse bir yıla yaklaştı, bendenize Necip Fazıl ödülü lütfedilmişti. O ödülde beraber olduk. Kendisine benim böyle bir arşivim olduğunu, bunu bir talebemin başında bulunduğu OMAR’a bağışlamak istediğimi söyledim. Rektör Bey de çok memnun oldular ve o günlerden işte bu günlere kadar gelebildik. Ama bu arada tabiatıyla
Rektör Bey’in Sekreteri Figen Hanım’ın ve talebem Gönül’ün çok büyük destekleri oldu. Devamlı aradılar sordular, binaenaleyh seve seve ben de arşivi kendi üniversiteme bağışlamaktan dolayı bugün son derece bahtiyarım.
Efendim, “ben” demek zaten hiç hoşuma gitmeyen bir laftır. Bunlar bana ait değil.
Üniversite Korosundan itibaren ben hep kolektif iş yaptım. Hep arkadaşlarımı bir araya getirerek, toplu çalışarak, toplumun o ahengini temin ederek, o beraberliği sağlayarak, fikir birliğine vararak 70 yılım musikide hep birlikte, beraber geçti. Zamanın en büyük sazendeleri, biraz evvel isimleri geçti, en büyük sanatkârlarıyla beraber bulundum. Talebelerim aşağı yukarı beş altı nesli buldu. Ben ne yaptımsa şahsen yapmadım; hep beraber yaptım. Ben sadece bir sembol diyelim veyahut da bir çalışmanın ismini ben almış olayım ama yaptığım iş daima toplu bir iştir. Bu arşivin her saniyesinde arkadaşlarımın hissesi çoktur, binaenaleyh bu teşekkür ve ilgiyi onlar adına da kabul etmek istiyorum efendim. İlk çalışmam, barkovizyonda söylendiği gibi Üniversite Korosuyla oldu. Biraz Üniversite Korosundan bahsetmek istiyorum. O tarihlerde alaturka-alafranga münakaşası, biraz evvel bahsedildi, gerçekten ayyuka çıkmıştı. Üniversite Korosuyla Türk gençliği, özellikle üniversite gençliği, kendi musikisinin sahibi olduğunu meydana koydu. Ve bu arada 1958’e kadar İstanbul Radyosunun müdürü olarak çalıştım. Tabiatıyla o yıllarda, 1950 ile 1958 yılları arasında sekiz yıl Radyonun en güzel saatlerini, biraz iltimas ederek değil ama hakkını vererek Üniversite Korosuna ayırdım. Ve Üniversite Korosu (o zaman iki radyo vardı; İstanbul ve Ankara radyoları) tüm memleket sathına yayıldı. Dolayısıyla memleketin İstanbul’dan sonra her üniversitesinde hatta bazı fakültelerinde bile üniversite koroları kuruldu. Bugün hangi üniversiteye giderseniz gidin Türk müziği ile uğraşan, çalışan gençlere şahit olacaksınız. Bu Türk musikisi adına çok önemli bir
gelişmedir. Üniversite Korosunun hizmeti büyüktür. Radyo arşivinde Üniversite Korosundan ancak beş program kalabilmiş. Ancak 1955-56 yıllarından sonra bant cihazları geldi. Büyük plaklara alınırdı. O da zahmetli bir işti. Tabii her yayın da plağa
alınamazdı. Çok nadir olarak plak kullanılabilirdi. Bir kısmı da tabiatıyla zamanla kaybolmuş oldu. Üniversite Korosuna ait elimde kalan beş tane ayrı program var.
Bunlar Üniversite Korosunun, arşivimin de ilk eserlerini teşkil etmiştir.
Bir ufak anekdot anlatayım: Üniversite Korosu gerçekten çok başarılıydı. Mesela, bir yabancı müzikolog geliyor, yıllar sonra Neva Kâr’ı dinlemek istiyor; Radyoda kaydı yok. Çıka çıka ancak Üniversite Korosu plaklarından bulunabiliyor. Bunu yıllarca beraber çalıştığımız Cüneyt Kosal arkadaşımızdan dinledim. Radyonun Türk müziği arşivine bakan bir arkadaşımdı. Yabancı müzikolog, “Peki, diyor, bu kaydı kim yaptı?” İşte üniversiteliler! Ya kayıt o kadar mükemmel ki müzikolog adeta hayretten hayrete
düşmüş. Yani Üniversite Korosunun bir tarihlerde, böyle bir müzik piyasasında yeri ve mevkii vardı. Bu onun en büyük işareti sayılabilir bence. Ondan sonra, arşivde ikinci önemli bölüm; bilindiği gibi bizde toplu icrayı Mesut Cemil Bey
ortaya koymuş, 1930’lu yıllarda Unison Koro adıyla plaklar yapmıştır. Ama bence 1940’lı yıllardan, Ankara Radyosu açıldıktan sonra kurduğu koroya hanımları da ilave ederek “Klasik Türk Müziği Korosu” adıyla yıllarca Ankara Radyosunda bu
musikiyi tanıtmıştır. Mesut Bey’in bir mutlu tesadüf olarak İstanbul Radyosunda önce yardımcısı, sonra 1955 yılından itibaren de onun yerine müdür tayin
edildim. Kendisi Bağdat’a gitmişti ve koroyu da o tarihten itibaren devraldım kendisinden. Bilmem çok mu görürsünüz; Radyoya kendisinin yerine
herhangi birisinin gelmesi çok tabii idi ama bence daha mühim olan, onun yerine müdür olmak değil; kurduğu koroyu bana emanet etmesiydi. Bence müzik kariyerimde önemli bir adım teşkil etmiştir. Bu tarihler de tabii koroda, 1955-1970 yılları arasındaki dönemi kapsamaktadır. O zamanın çok tanınmış ses ve saz sanatkârları yer aldığı için; yani mevcut kayıtlar, bu sanatkârların isimlerini ihtiva
etmesi dolayısıyla da ayrı bir değer ifade etmektedir. Bir de kayıtların çok mükemmel olduğunu söyleyebilirim. Çünkü Radyonun ilk teknik donanımını meşhur
Amerikan firması Elsea yapmıştır. Gerçekten o zamanın kayıtları fevkalade mükemmel kayıtlardır. Onu da bir ilave, şans olarak söylemeliyim. Benim üçüncü bahsedeceğim adımım, 1975 senesine denk gelmektedir. O zamana kadar devlet
ismi altında kendi musikisini icra edecek bir musiki organı yoktu. Yani nasıl söyleyeyim; devletin operası, devletin tiyatrosu, devletin balesi, devletin orkestraları vardı fakat maalesef ve maalesef Türk musikisini icra edecek bir organdan mahrumduk. Bu eksikliği gidermek üzere kıymetli arkadaşım
tarihçi ve müzikolog Yılmaz Öztuna ile birlikte 1960’tan itibaren 1975 yılına kadar çalıştık. Ben daha ziyade kamuoyunu hazırlamak görevini üstlenmiştim. Yılmaz’a da tarihçi gözüyle ve (daha sonra politikaya atıldı) bir politikacı hüviyetiyle, iktidarın bu işe yönlendirilmesi görevi düşüyordu. Bunu ancak aşağı yukarı 15 yıl çalıştıktan sonra elde edebildik. Biraz bence millî kültür açısından hazin sayılabilir. Bunları böyle rahatlıkla konuşabilmek bilmem ne derece doğrudur ama en azından bunları söyleyebilirim. Gerçekten de çok daha evvel olmalıydı. Aynı zamanda hem Devlet
Korosu hem Türk Müziği Konservatuvarı bir arada kuruldu. Devletin kendi eliyle kendi musikisini icra etmesi, çok önemli bir gelişmeydi. Ama çalışma imkânlarımız da çok fazlaydı. Konservatuvar da kurulmuştu. Kuvvetli bir kadro kurmak suretiyle
elimizdeki imkânları iyi kullanarak musikimizin bir defa el sürülmemiş eserlerini, dillere destan olan “Pazar Konserleri” ile icra etmeye başladık. Çünkü yoğun çalışma imkânımız vardı. Ve çok çalışarak iyi musiki yapmak daima daha kolaydı. Bu bakımdan “Devlet Klasik Türk Müziği Korosu” adı altında yaptığımız yayınlardan tabii elimizde daha fazla miktar mevcuttur. Çünkü konser salonlarında kayıt kotası vardı fakat cihazlarımız yoktu. Kültür bakanımızın ismini şimdi yâd etmek istiyorum;
Mesut Yılmaz Bey, bir sözümü iki etmeyerek iki ayda oraya Japonya’dan, mütekâmil cihazlar kurdurdu. Ve bugün elimizdeki bütün o bantlar, o sayede olmuştur. Kendisini de (biraz rahatsız olduğunu öğrendim) geçmiş olsun diyerek anmak istiyorum. Efendim, bir büyük davranıştır. Ben zannediyorum ki arşivin ne olduğunu özetlemeye çalıştım. Başlangıçta Üniversite Korosu, sonra ikinci bir hamle olarak Mesut Cemil Bey’den devraldığım Klasik Türk Müziği Korosu ve daha sonra 25 yıl idare ettiğim Kültür Bakanlığı Devlet Klasik Türk Müziği Korosu, bu üç ana ekibin muhassalasıdır. Arşivde bunun dışında benimle yapılan aşağı yukarı 20-25 kadar görsel belgesel var. Ayrıca sevgili arkadaşım Fatih Salgar ve Hikmet Özkahramanlar, daha evvel de İktisat Fakültesi profesörlerinden Turan Yazgan hocamızın himmetleriyle başladığımız nota yayınları… Aşağı yukarı kırk fasikül nota arşivimiz de bağışladığım arşiv içinde mevcuttur. Zamanla bazı icra ettiğim eserleri bulamadığımı hatırlıyorum. Bunlar da bazı şahıslardan zamanla yavaş yavaş elimize geliyor. Son günlerde mesela, Klasik Türk Müziği Korosundan 20 program birdenbire iki ay evvel elime geldi. Bunlar da arşive ilave edildi. Zamanla belki bazı amatörlerin elinde, tespit ettiği kayıtlar bulunabilir. Bunları da eğer temin edebilirsem tabiatıyla arşive ilave edeceğim. Ve bu suretle belki OMAR’da bize faydalı olabilir. Arşive şahsi olarak yardım eden dostlarım da var. Bunların isimlerini teker teker sayarak zamanınızı almak istemiyorum. Hepsine toptan bir teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.
Zannediyorum ki sizi yeteri kadar aydınlattım. Şimdi Yahya Kemal’in buyurduğu gibi “Sözü musikiye bırakalım.” Burada hepinize saygılar sunarak sözlerime nihayet vermek istiyorum efendim.
Teşekkür ederim.
Konserin programını, günün istisnaî özelliğine ve müzik camiasında uzun zamandır tanık olmadığımız bir heyecanı tetikleyen tarihsel niteliğine dayanarak buraya ilave ediyoruz:
İÜ OMAR Türk Müziği İcra Heyeti
Şef: Gönül Paçacı Tunçay
· Uşşak Kâr “Ez şevk-i lika aşk-ı cemalest ü
didim” / Beste: Abdülkadir Meragî (1360?-1435)
· Bayâtî Ağır Semaî “Çıkmaz derun-ı dilden
efendim muhabbetin” / Beste: Tab’i Mustafa
Efendi (1703-1774?)
· Uşşak Müstezat “Hasretle bu şeb gâh uyudum
gâh uyandım” / Beste: Nevres Paşa (1826-1872)
(Serbest bölüm: Merve Utandı Kalkan)
· Bayâtî Semaî-i Sultan Murad Han Fatih-i
Bağdadî “Gelse nesim-i subh ile” / Kaynak:
MSS, Ali Ufki Bey (1610-1680?)
· Bülbül Uşşakı “Son Yürük Semaî” / Beste-i
Kadim
İstanbul Üniversiteli Solistler:
Adnan Çoban
· Muhayyer Divan “Ok gibi hublar beni yaydan
yabana attılar” / Beste: Lâedrî – Güfte: Dertli
(1772?-1846?)
· Muhayyer Şarkı “Sevdiceğim âşıkını ağlatır”
/ Beste: Hammamîzade İsmail Dede Efendi
(1778-1846)
Osman Nuri Özpekel (Ud)
· Saz Eseri “Kapris” / Beste: Şerif Muhittin
Targan (1892-1967)
Ali Rıza Kural
· Kürdilihicazkâr Şarkı “Gurub etti güneş dünya
karardı” / Beste: Hacı Arif Bey (1831-1885) –
Güfte: Hikmet Bey (?-?)
· Kürdilihicazkâr Şarkı “Kanlar döküyor derdin
ile dide-i giryan” / Beste: Hacı Arif Bey
Münip Utandı
· Evc Şarkı “Bülbül-âsâ rûz u şeb kârım neva” /
Beste: Hammamîzade İsmail Dede Efendi
· Evcârâ Şarkı “Açıldı sîneme bir taze yare” /
Beste: Latif Ağa (1815-1885)